Fanatizm Ortasında Aşk: Jungle Fever ve Ae Fond Kiss

Jungle Fever - Spike Lee imdb
Ae Fond Kiss - Ken Loach imdb


Aşk'ı anlatanlar hep zıtlıkları sevmiştir. Birbirinden çok farklı bileşimlere sahip iki kişiyi biraraya getirme çabası aşkı anlatanların vazgeçemediği bir istektir. Zıtlıklar içinde doğan aşklar her zaman peşinde vazgeçilmesi gereken olgular doğurur. A
ile,kültür, gelenek, iş, kariyer, para, arkadaş, ideoloji vs. devreye girer. Herhangi birinden; hatta hepsinden vazgeçmek kaçınılmazdır. O ilahi aşk bir anda hesap kitap işine döner. Seyirci her ne kadar ilahi aşkı istese de içinden tartma ölçme işleri ardı ardına beyinde dönmeye başlar. Böyle aşklar yaşamamış olan seyirci elbette o aşkın tüm duvarları yıkmasını ister, kendi yapamadıklarını başkasının yapmasını ister. "Aşk için ölmeli aşk o zaman aşk"tır. Böyle hikayelerin de laf sokmayı seven yönetmenler tarafından ele alınması kaçınılmazdır. Bu hikayeleri de hala ilgi çekici kılmayı başaran da aslında bu eleştirel çerçevedir. Çünkü bu isimlerin eleştirel kuvvetleri ve cesurlukları bu hikayeleri başka noktalara çekmeyi başarır. Böyle bir zıtlıklar hikayesine en büyük eleştirel gücü katacak elbetteki faşizm'dir. Faşizmle dertleri bitmek tükenmek bilmeyen Ken Loach ve Spike Lee böyle bir hikayeyı güçlü bir çerçeveye sokması kaçınılmaz iki yönetmen. Faşizmin hem görünen hem görünmeyen yüzünü sürekli ifşa eden, insanların yüzüne tokat gibi çarpan iki yönetmen ve kariyerlerini oturttukları eleştirel temellerin aşk hikayesi arkasında yerlerini aldıkları; başyapıtları arasında bu yüzden biraz gözden kaçmış iki film: Jungle Fever ve Ae Fond Kiss


Spike Lee neredeyse bütün sinemasını Amerikadaki "African-American"ların sorunları üzerine kurmuş bir yönetmen. Zenci değil, siyahi değil hatta Afro-American bile değil: "African American". Amerika'daki Afrikalı Amerikalıların sorunları üzerine sinemaya başladığından itibaret son derece sert, hatta sinir bozucu filmler çekti. Afrikalı-Amerikalılar'ın yaşamı ve Beyaz Amerikalıların onlara bakış üzerine çektiği her filmde oklar üzerindeydi. Onun filmleri Irkçı Beyaz Amerikalılar eleştirmekten öte Amerikan toplumunun hatta tüm dünya toplumlarının köklerine, insanların duyularına kadar yerleşmiş ırkçılığı açığa çıkaran filmlerdi. Spike Lee bunun sadece Beyaz Amerikanlara özgü bir durum olmadığını çok da iyi biliyordu. Beyaz Amerikalıların ırkçılığının azınlıklar tarafından tepkisel bir ırkçılık doğruduğunun gayet farkındaydı. Jungle Fever da tam bunun yansıması bir film. Spike Lee A'dan Z'ye ırkçılık dersi verirken tek bir harf atlamıyor. Hem kendisine hem başkasına çuvaldızı köküne kadar sokuyor. O en tasasız şekilde izlediğimiz, aşkın gücüne koşulsuz inandığımız aşk hikayesi boyunca sayısız tokatı yüzümüze indiriyor. Sadece bize değil; hakları için yıllarını verdiği kendi renginden insanlara da tokatı en alasından indiriyor. Amerikada yaşayan bir African American ile bir İtalyan'ın doğan aşkına ilk önce arkadaşlar ırkçı darbelerini indiriyor. Açık seçik, insanın doğasına işlemiş bir faşizm.
"Bir zenciyle beraber olmak mı? İğrençsin"
"Bir beyazın tadına bakmak? Uuhh dostum sen ne yaptın?"
edaları eşliğinde aşk il darbesini yiyor. Fanatizm içinde kıvranan her toplulukta olduğu gibi dedikodu mekanizması takır takır işliyor ve bir anda bütün mahalle haberdar oluyor. O noktada da aile ikinci darbeyi indiriyor?
"Beni aldatması değil de benim yerime bir beyazı tercih etmesi işin en korkunç yanı"
"Nasıl olur da bir zenciyle yatarsın? Rahmetli annene hiç mi saygın yok?"
En sonda tabi mahalle geliyor. İtalyan kız mahalle'de saygı duyulan bir kızken bir anda kaltak oluveriyor, ideal African American koca pisliğe dönüşüyor. Cinsel ilişkiye girdikleri için değil, farklı ten renginden biriyle beraber oldukları için... Topluluk varlığını devam ettirmek ve aileye sahip çıkmak için cinsel ilişkiyi kolaylıkla örterken; farklı ırktan biriyle olan cinsel ilişkiyi tehdit olarak algılaması geç olmuyor ve üstünü örtmüyor; kesip atıyor. İtalyan kız "zenciyle yattığı için" ağzını burnunu dağıtan babasının evine kuyruğunu sıkıştırıp dönerken, babası da ses çıkarmıyor. African American erkek de ideal çiftinin yanına geri dönüp kızının sevdiği sesleri çıkarmaya devam ediyorlar. Aşk da toplumun beklentileri arasında sistemin bir numaralı silahı ırkçılık ile yok ediliyor, acı bir anı olarak kalıyor. İşte aşkın yeri bu kadar diyor Spike Lee, kutsal aşkınızın değeri bu kadar.



Ken Loach ise sinemasını gerçek hayatın arka yüzünü göstermek üzerine kurmuş bir yönetmen olarak Ae Fond Kiss'de aşka dair umutsuz bir film çekmiyor. Aşkı öldürmüyor, tam tersine var gücüyle yaşatıyor. Onun umutsuzluğu hoşgörüye dair. Onun için bütün filmi hoşgörüsüz karakterler ile dolduruyor. İşin kötüsü bir ticari sinema ustalığı olan karakter bütünleştirmesini de o kadar güzel yapıyor ki karakterle bütünleştikçe, onu sevdikçe onun hoşgörüsüzlüğü bizim hoşgörüsüzlüğümüz haline geliyor. Faşizm'den en uzak görünen karakterleri bile hoşgörüsüzlüğe çukuruna atıyor. Kutsal aşk bu hoşgörüsüzlük içinde yaşıyor, kutsal aile bu hoşgörüsüzlük içinde yaşıyor; din, kültür, gelenekler bu hoşgörüsüzlük içinde yaşıyor. Kutsal olan herşey için birileri kurban ediliyor. Roisin ve Casim aşklarını yaşatmak için bütün ailesini, geleneklerini, dinini hiçe sayıyor. Casim'in ablası evliliği için Casim'in aşkını ve mutluluğunu hiçe sayıyor. Aile, değerleri ve toplumdaki yeri için Casimin ve kardeşinin mutluluğunu hiçe sayıyor. Din bencilliğini en acımasız şekilde hiçe sayıyor. Roisin çıkarları uğruna kendisine binbir hakaret eden Peder'in karşısına kuyruğunu sıkıştırıp oturuyor. Peder(dolayısıyla din) kendi çıkarları için Roisin'e yapmasını söylediği yaşam da inanılacak gibi değildir.

Ken Loach sadece bununla da kalmıyor. Roisin ve Casim'in kutsal aşkını bile hoşgörüsüzlük çukuruna atıyor. Hem Roisin hem de Casim aşkın yaşaması için kendi çıkarlarını zorluyor karşı tarafa. Aşkın bile hoşgörüsüz, bencil olduğunu çarpıyor surata. ***spoiler*** Evet bütün bu hoşgörüsüzlük çukurunda deve güreşini aşk kazanıyor. Ken Loach'un farkı da burada ortaya çıkıyor. Ken Loach herhangi bir aşk filmindeki gibi kutsal aşkı yaşatırken, diğer kutsalları yok ediyor. Tüm değerleri yok ediyor. Yani aslında aşk kazanmıyor. Hoşgörüsüzlük yaşıyor. ***spoiler***

Okyanusun bu iki tarafından yıllardır içlerini bir türlü tam olarak boşaltamamış; bu dünyayla dertleri bitmemiş bu iki yönetmenin bu filmde birleşen ortak noktaları klasik sinemanın halısının altına itilen pisliklerini ortaya çıkarabilmenin yanı sıra üzerinde durdukları halıyı da ters düz edebilme kuvvetlerinden geliyor. Bu iki yönetmenden asıl hedef farklılaşsa da onlar eşliğinde Pakistandan Harlem'e uzanan hoşgörüsüzlük rüzgarına eşlik ederken eleştirilmeyen tek bir oluşum, tek bir olgu, tek bir varlık bırakılmıyor. Aynı anda Pakistanlı, İtalyan, İrlandalı, İngiliz,African American, Beyaz, anne, eş, evlat, kardeş, sevgili, arkadaş vs. olabilme yetileri. Hele ki bu satırları yazarken kendimi antifaşist görmeme rağmen yıllardır aşşağılayıcı anlamda kullanmasam bile zenci dediklerime African American demenin bile beni ne kadar zorladığını düşünürsek daha çok saygıyı hakediyorlar.

12 Mart 2009 Perşembe

0 Comments:

 
Sinema Dedigin... - Wordpress Themes is proudly powered by WordPress and themed by Mukkamu Templates Novo Blogger