Rüyalar (veya hayaller veya gerçek dışılık), sinema sanatının öyküye yönelik en önemli limanlarından biri. Özellikle son 20 yılda en önemlisi. Son büyük sanat olmanın dezavantajıyla sinema sanatı sürekli olarak öykü sıkıntısı içine girmekte ve nedense tüm bu zamanlarda çıkışı çoğunlukla rüyaların başı çektiği "gerçek vs. hayal" içerikli öykülerde bulmakta. Çünkü sinemanın görsel bir sanat olmasının avantajını daha iyi kullanabileceği bir alan yok belki de. Böyle dönemlerde bu temaya yönelik keskin bir zekâdan ve iyi bir zanaatkârdan çıkmış işlerin yere göğe konulmaması da kaçınılmaz oluyor. Bu filmler de kusursuz bir film olmaktan çok, kusursuzluk algısı yüzünden eksikliği -bana göre- gözden kaçan filmler haline geliyor.
Inception da böyle bir film olup olmayacağına şimdiden kesin karar veremeyiz elbet ama öyle görünüyor. Filmi en azından "başyapıt" bulmayan biri olarak yapacağım öznel yorumların, öznel olabilme sebeplerini sıralayarak yazıma başlama gereği hissediyorum.
*Following ve Memento ile sinemaya ufuk açtığını düşündüğüm bir yönetmenin Batman sonrası eserleriyle beni tatmin etmeyen bir yola girmesi. Stüdyo sineması içerisinde çok daha kolay taviz vermeye başladığını düşünmem.
*Batman: The Beginning ile başlayan aksiyon merakının Nolan'ın Batman dışı tüm sinemasına zarar verir hale gelmesi.
*Nolan, kendisini var eden en önemli faktörün yetenekten çok “fikir” olduğunun, kâğıt üzerinde de, beyazperdede de onu farklı yapanın bu olduğunun farkında değil.
Inception'ı izledikten sonra Nolan ile ilgili söylenebilecek ilk cümle Nolan'ın artık bir stüdyo yönetmeni olması. Bu kaliteli bir ismin az bulunduğu stüdyo sinemasından iyi filmler izleyeceğimiz için sevindirici; bir Memento veya Following çekmeyecek olduğu için üzücü bir durum. Çünkü Inception açıkca gösteriyor ki Nolan stüdyo sinemasına büyük oranda angaje olmuş. Bir yandan tüm yaratıcılığını onlar için kullanıyor; bir yandan da onların beklentileri tamamen karşılayacak eserler ortaya koyuyor. Önceden söylediğim bu kadar önemli bir isim haline gelmesindeki en önemli etken olan yaratıcı fikirlere tuvalet kâğıdı muamelesi yapmasının temelinde bu yatıyor. Yoksa sırf "Mal(Marion Cotillard)" karakteri bile başyapıt çıkarmaya yetecek potansiyele sahipken, filmin son yirmi dakikası dışında görmediğimiz "yanın da yanı" bir karakter halini alıyor.
Belki de filmi izlerken en üzüldüğüm nokta da bu harcanmışlık durumunda yatıyor. Film baştan sona yaratıcı fikirler ile dolu iken; nedeni belirsiz bir şekilde bu fikirlerin oraya buraya savrulduğu merkeze ise türlerarası bu filmin içerdiği en sıradan ve klişe tür olan aksiyon sinemasının yerleştirildiği bir curcuna halini alması The Dark Knight'da kabul edilebilir, hatta olması gerekendir ama Inception'da asla. Filmin metin olarak rüyalar veya hayal-gerçek algısı üzerine kurduğu herhangi bir cümle veya teknik olarak her geçen sahnede derinleşen paralel kurgu bile filmin ikinci yarısı boyunca kesilmeden izlediğimiz aksiyon bombardımanını bize açıklayamaz. Çünkü Nolan’ın Inception’da elinde tuttuğu malzemenin en zayıf yönünde aksiyon sineması yatıyor. Bu tip özel tim hikâyelerine bu tip bir filmden bekleyebileceğimiz hiçbir yeniliği katmadığı gibi, tüm yavanlığıyla filmin en çok ve en önemli zaman dilimlerini çalıyor.
Film özellikle bu aksiyon öncelikli türlerarası yapısı ile günümüzün The Matrix’i olmaya çalıştığı söylenebilir. Söyleniyor da zaten. Kimileri bunu taklitçilik olarak dile getiriyor fakat ben bunu bir taklitçilik olarak değil, The Matrix’in 10 yıl önce sinemanın gelişimindeki rolü bugün için üstlenmeye çalıştığı için söylüyorum(zaten taklitçiliğin böyle bir sinema içerisinde eleştiri olmasının üzerinden yirmi yıl geçti) Çünkü 90’lar sonunda tam da hollywood’un yavanlaştığı sırada bir neredeyse blockbuster projesine aktarılan cinsten önemli bir bütçe sanatsal yanı güçlü, derinlikli bir filme aktarılmış, The Matrix’de kat be kat fazlasını yapımcılarına geri döndürmüştü. Bu kitleleri sinemaya çeken en önemli etken aynen bu filmden 7-8 yıl önce Terminator 2, ondan yaklaşık 10 yıl önce de Terminator ve Aliens’ın yaptığı gibi aksiyon sinemasını hem yenilikçi hem de etkin bir biçimde sinemasına yerleştirmesindeydi. Nolan’ın, Batman: The Beginning sonrasında aksiyon merakı ile birlikte böyle bir projede yer alması kaçınılmaz duruyordu zaten. Inception’da da yapmaya çalıştığı bu zira.
Başka yönden de film bazı açılardan Dark City’nin izini sürdüğü söylenmekte. Aslında tam tersine Inception’ın temel sorunu Dark City’nin izini sürmemesinde. Aslında Inception tüm malzemesiyle Blade Runner, Dark City gibi future-noir bilim kurgu filmlerinin izinde aynen onların yaptığı gibi yarattığı ortamı(Sine-masal şehri) ve oturaklı ve sade bir hikâye anlatımını hak etmekte. Nolan’ın Hollywood’un yeni harika çocuğu olmasının, eski Nolan olmamasının yarattığı temel problemlerden biri de bu. Hollywood’a kendini teslim etmiş olmasa da onun dilini fazlasıyla benimsemiş, sevmiş durumda.
Elbette tüm bu keşkeler üzerinden filmi eleştiremeyiz. Ama bu durum “keşke şöyle olsaydı” demekten öte elimizde var olan filme de zarar verir nitelikte. Özellikle öyküdeki ve kurgudaki birçok orijinal fikir, bu yönelim yüzünden adeta harcanıyor. Film üzerine yazılan birçok eleştiri ve analiz yazısı aslında söylediğim öyküdeki ve kurgudaki orijinal fikirler üzerine kurulu fakat filmde bir yan öykücük veya Tony Scott filmlerindeki kurgu bombardımanlarından herhangi bir değerinde. Bütün bu fikirlerin birer süs gibi yer aldığı filmde ise tüm başrolü ise son yirmi dakikaya kadar bir gizli operasyon, son 20 dakikada da daha önce birkaç sahne dışında anlatılmaya bile pek lüzum görülmeyen, yalapşap biçimde harcanan bir aşk öyküsü kapıyor. Oysa ki sonlara doğru aksiyon bombardımanı içerisinde harcadığı paralel kurgu bile bir filmi başyapıt yapabilecek nitelikte. Zira kurgu üzerine geliştirdiği bir fikir onun üzerine kurulu basit ve kaliteli bir öykü ile Nolan 10 yıl önce rahatlıkla bir başyapıt çıkarmıştı. Şimdi ise (pek aynı fikirde insan bulamasam da) üzerine 10 yıl harcadığı ve nice fikirlerini heba ettiği bu filmle kaliteli bir türler karması filmden öteye pek gittiğini düşünmüyorum.
Başta da dediğim gibi Inception keskin bir zekâdan çıkmış, iyi bir zanaatkâr’ın işi. Ama filmin etrafında oluşan hava hem eksikliğini hem de heba edilmişliğini kapatıyor. Son derece öznel bir yazı olduğunu kabul ediyor, Inception fırtınası dağıldıktan sonra bir daha izlemek üzere filmi rafa kaldırıyorum.