Büyük konuşabilmek

The Reader – Stephen Daldry

imdb


Dünya sinemasının bir türlü bırakmak istemediği öykü kaynağıdır Yahudi soykırımı. Üzerine o kadar çok film izledik ki artık en farklı bakış açısına sahip olanlar bile sıradanlaştı. Costa Gavras’ın bugüne kadar hiç dile getirilmemiş bir şekilde soykırımı Vatikan ile ilişkilendiren Amen. filminin bile gözümüze ne kadar sıradan göründüğünü düşünün. Artık her insan için bu kadar sıradanlaşmış tarihi bir dönemden artık daha fazlası çıkmaz der demez bir film daha önümüze çıkmakta; kaçınılmaz olarak da Akademi Ödüllerinde de boy göstermekte. Her seferinde adından söz ettirmeyi başaran bu filmlerin başarısının tek sebebi gerçekten de Yahudi lobilerinin gazlaması mı yoksa başka sebepleri olabilir mi onu düşünmek lazım. Batı, bugüne kadar Yahudi Soykırımıyla her türlü hesaplaşmayı başarsa da faşizmin kendisi ile hesaplaşmayı tam anlamıyla başaramamasının sonucunu birebir eşleştirdiği Yahudi Soykırımıyla yüzleşerek gidermeye çalışması aslında hem kendileri hem de sinemaları için büyük bir çıkmaz oluşturuyor. Çünkü sürekli olarak bastırılmış bir ırkçılık Hitler adlı bir “evil” etrafında lanetlenerek vicdani rahatlığa erişiliyor. Vicdanen kendilerini rahatsız eden her olgu karşılığını bu olaylar zincirinde buluyor, yüzleşilmesi gereken birçok olay da bu sayede unutuluyor.

Özellikle 2000ler sinemasında aktarılan öyküler karşılığını empati olgusunun etrafında şekillendirmiş durumda. Daha kabaca söylemek gerekirse “iyi Almanlar da(Naziler de) vardı” cümlesini kurmak üzerine art arda filmler çekiliyor. Geçen senenin Amerika’da yankı uyandıran ve Oscar’ı kapatan tek Avrupa filmi Kalpazanlar gibi bu sene de The Reader patladı. 5 Dalda aday olup Kate Winslet Oscar’ı kaldırdı. Dediğim gibi bu sadece Yahudi lobilerinin çabalarıyla açıklanamaz, daha toplumsal daha derinlerde bir karşılığı var. Batı ülkeleri insanları empati ihtiyaçlarını da kendini sürekli olarak tekrarlayan bir şekilde bu vahşet etrafında şekillendiriyor. Böylesine bir tavrı doğru bulduğumuzu kabul etsek bile The Reader yanlış bir seçim.

The Reader Yahudi Soykırımı üzerine belki de bugüne kadar çekilen en amaçsız film. Tamamen düzensiz biçimde parçalara ayrılmış filmin her aşamasında alakasız durumlar ile karşı karşıya kalıyoruz. Bugüne kadar hollywood’un ve Oscar ödülü verilen filmlerin en iyi şekilde yaptığı neden-sonuç ilişkisini kurup bunu seyirciye en iyi şekilde yerleştirme konusunda bile büyük sıkıntılar çekiyor. Senaristin bütün öyküyü üzerine kurduğu “okuyamamaktan utanma” ve “hayatı pahasına bunu saklama” durumunun sebebini açıklamayan bir filmin bir anlamı kalır mı? Dikkatinizi çekerim tamamen öyküsü üzerine kurulmuş bir Hollywood filminden bahsediyorum. Sadece bununla sınırlı da değil. İki ana karakter dışında gerekli gereksiz birçok karaktere boğulan film neredeyse hiç birini sonuca erdirmiyor. Hepsine neredeyse figüran gibi davranıyor. Bir öyküye bu kadar derinden işleyen bunca karatere başı belli sonu belli değil muamelesi yapmak, her ne kadar öyküye belli bir destek için konulsa da o desteği verdikten sonra sanki hiç olmamış gibi davranmak belli bir adı olan yönetmene ne kadar yakışıyor düşünmek gerek. Böyle bir senaryoyu, öyküsündeki vurucu iki üç kısım için Oscar adayı yapan Akademi üyelerinin iki kere düşünmeleri gerek.

Bütün bu senaryo bozuklukları filmin amaçsızlığını perçinleyen yan etmenlerden öte değil aslında. Asıl amaçsızlığı tavrında taşıyor. İlk bölümlerde cesur bir tavırla ilerleyecekmiş gibi duran film her bölümde biraz daha çekimser bir tavır içine giriyor. Sona gelindiğinde ise ortaya çıkan korkak bir filmden fazlası değil. Gerçek bir Nazi suçlusu üzerine vicdani bir muhasebe içinde geçen birkaç bölümden sonra hepsini boşa çıkaracak sözler art arda söylenmeye başlıyor. Sonunda gene bütün ileri görüşlülüğü bir Yahudi üzerine bindiren tamamen anlamsız bir sahne ile bu konuda bugüne kadar yapılan yüzlerce Yahudi filminden hiçbir farkı olmadığını gösteriyor. Peki film bu noktada nereye ulaşıyor? Hiçbir yere. Aslında tamamen “Kid” karakteri üzerine bir film olması gereken bir film The Reader. İşleyişine bakarsanız bunu görebilirsiniz. Cinselliği keşfedişi, İlahlaştırdığı kadın figürünün yıkılışı ve ondan kopamayışı üzerine sıralanmış bölümlerden oluşuyor. Ama sürekli olarak Hanna karakterine kayıp soykırım üzerine bir şeyler söylemeye çalıştıkça hepsini mahvediyor, her şeyi çorbaya çeviriyor. Üstüne üstlük bu konudaki korkaklığı da cabası. Peki neden Kid’in gençliği ve yaşlılığını farklı kişi oynuyor da; Kate Winslet hem gençliği hem de yaşlılığı oynuyor? Oscar çabası mı yoksa makyaj konusunda yetersizlik mi? Gerçekten makyaj konusunda yetersizlikse eğer katılırım çünkü Kate Winslet’e yaptığınız makyaj ortada bir yetersizlik olduğunu gösteriyor.

22 Haziran 2009 Pazartesi

1 Comment:

Sokak Kedisi said...

Aslında filmin "Cehalet tüm kötülüklerin anasıdır" mesajını da Kate'in üstüne yıkarak; ortaya tek kişilik bir hatırda kalan yaratmış olması Kate'in kaldırdığı heykele biraz olsun anlam katmış dedirtiyor insana.

Hikayeyi gençten uzaklaştıran ve bu karakteri figürana çeviren ise filmin David Kross'dan ziyade Kate'in soğuk, kaba duruşuna yakışmış olması belki de.

Güzel paylaşım, teşekkürler.

 
Sinema Dedigin... - Wordpress Themes is proudly powered by WordPress and themed by Mukkamu Templates Novo Blogger