Secrets & Lies - Mike Leigh

Secrets & Lies - Mike Leigh




Sırlar ve yalanlarla dolu bir aile oyununun oynandığı bir tiyatro sahnesi...


Aslında bu filmin özeti bu. Daha doğrusu film bu. Filmin bu kadar ödüle boğulmasındaki temel etken de muhtemelen tiyatro sahnesini yansıtışındaki başarısı. Ama gerçekten başarılı mı? Görünüşte evet, ama özünde olduğuna pek değil.


Sinemanın tiyatro ile ilişkisi malum. Yeni Dalga yazarları, yönetmenleri ve Antonioni gibi bir kaç yönetmene kadar sinemayı kendi başına bir sanat olarak alan yoktu. "Sinema öncelikle bir resim mi yoksa bir tiyatro mu?" bu tartışılırdı. Bergman bile "Sinema herşeyden önce tiyatrodur" diyordu. Sinemanın olanaklarını tiyatronun eksiklerini kapatmak için kullanması belki de onun sinemasını oluşturan temel etkenlerdendi.


Mike Leigh de filmini Bergman gibi konumlandırıyor. Bir tiyatro sahnesi sinemada en iyi nası lkonumlandırılır? sorusuna cevap arıyor. Kamerası ile buna gayet kuvvetli bir şekilde cevap veriyor. Tiyatral olarak aşmış oyuncular ve oyunculuklar eşliğinde bu cevabını kuvvetlendiriyor. Buraya kadar bir sorun yok ama Mike Leigh bir şey daha yapmaya çalışıyor: O da gerçekçi olmak. Evet bu sorunlu karakterleri biraraya getirip Londra proleter ve küçük burjuvasının sorunlarına parmak basmak, sinemanın kurmacalığından kurtarmak istiyor, özellikle de diyalogları saçmalık seviyesine indirip "gerçek hayatta insanlar böyle konuşmaz ki" demek istiyor ama ne mümkün, istediği kadar arkak sokak Londra aparmanlarını bize sergilesin, oyuncuların tiyatral şovu eşliğinde hiç bir karakter, hiç bir konuşma o sahneden inip Londra sokaklarına karışamıyor. İngiliz sınıflarına olan eleştiri de bu yüzden okunup geçiliyor, her şey tatlıya bağlanıyor; sınıflar, ırklar barışıyor sahneden iniliyor.


"Peki ortaya konulan oyun gerçekçi mi?" sorusuna da cevap vermek gerekir kuşkusuz. Cevap da evet "kuşkusuz bir şekilde gerçekçi" olacaktır. Avrupa sınıflarının hepsinin temeline bastırılmış gizli faşizm, sınıfsal olarak kopmuş aileler hakkındaki yorumu, sırların ve yalanların kişiler üzerindeki baskısı konusundaki yorumu kuşku götürmeyecek şekilde iyi.""""spoiler"""" Bunları finalde çözümlemesi de bir o kadar rahatsız edici. "Hayat sevince güzel, içini dökünce süper" finali bu filmin bir türlü sahnesinden inememesinin temel sebebi""""spoiler""""


Secrets & Lies bir ustalık gösterisi. Mike Leigh'nin bakın ne kadar ustalık ve derinliğe sahibim demesi. Son yıllarda Nuri Bilge Ceylan'ın 3 Maymun ile P. T. Anderson'ın da There Will Be Blood ile ben artık usta oldum demesinin bir benzeri. Sanki usta olmayı gösteren yegane durum imgeleri, üstü kapalıymış numarasına yatan anlatımları insanların gözüne sokmakmış gibi bu üç yönetmen de bu görsel bombardımana tutmaktan geri durmuyor. Bu filmi kötü yapmıyor, aslında dediklerimin hiç bir filmi köt yapmıyor fakat değersiz kılıyor. İstediği kadar ödüle boğulsun, Cannes sahnesinden indiğinde bu filmin değeri aldığı ödüllerin ağırlığının ötesine geçemiyor. Evet Secrets & Lies'ı basit bir aile draması olarak nitelendiremeyiz. Her yanından kalite(?) fışkırdığını da inkar edemeyiz. ama bir sinema filmi ne kadar kaliteliyse o kadar önemlidir anlayışı sinemayı değil sinema sektörürünü ileriye götürür.

30 Kasım 2008 Pazar

Bad Taste - Peter Jackson

Bad Taste - Peter Jackson

wikipedia
Tarantino'nun şu sinemaya kazandırdığı en mühim nokta filmlerinde değil kendisinde yatıyor aslında. Elbette Pulp Fiction, Rezervoir Dogs gibi filmler sinemaya az buz değişimler yaratmadı ama sinema, özellikle de sinemaseverler üzerindeki etkisi film manyağı kişiliğinde yatıyor.
Sinema yazarı Mehmet Açar film manyaklarını da ön yargısız her filmi izleyen insanlar olarak tanımlıyor ve sinefiller gibi filmleri seçme konusunda kriterler ile kendilerini kısıtlamadıklarını söylüyordu. Önceden video kaset dükkanlarında pineklemekten başka işi olmayan bir kaç insanın işiyken, bunu tüm dünyada bir salgın haline gelmesini sağlayan kişi ise Tarantino'dan başkası değil.
Çünkü Tarantino sinemanda postmodernizmin bir kaç "estetik yoksunu" yönetmenin kendi başına takılasından çıkarıp basbaya akım haline gelmesini sağlarken, basbaya bir popüler kültür körükleyicisi haline gelirken, izleyici profilinin de altını üstüne getirdi. Artık estetik anlayışı tavanlarda eleştirmen kitleleri ne kadar kasarlarsa kassınlar sinema manyakları kalıplaşmış bir kaç kriterin çerçevesinde iyi-kötü diye ayrım yapmaktan olanca gücüyle kaçıyor. En kötü denilen filmleri bile içinde farklı değerlendirmelere tutabiliyor. Kült film denilen olgu evet çok eskiden beri vardı fakat işte o "kült" filmler için "kötü bir film ama ben zevk alıyorum" anlayışıyla yaklaşmıyor. O kült filmi "kötü ama zevkli" olarak değil de iyi bir film olarak da görebiliyor. Aynen Tarantino'nun yaptığı gibi Blowup ile Z tipi TV filmlerini aynı potada eriten De Palma'nın Blow Out'unu Empire'a Top 10 listem diye gönderebiliyor. Bu filmi çektikten 20 yıl sonra Hollywood'un en büyük prodüksiyonlarından Lord Of The Rings üçlemesini çekecek olan Peter Jackson'ın arkadaşlarıyla hafta sonları buluşup eğlencesine çektiği "iğrenç komik" filmi Bad Taste'i döne dolaşa defalarca izleyebiliyor. Ama "kötü ama eğlenceli" bulduğu için değil gerçekten "iyi film" konusunda kriteri olmadığı için seviyor. Çünkü aynen Tarantino gibi Rio Bravo'yu, Bande A Part'ı, Faster Pussycat... da iyi buluyor, birbirleriyle değil de kendi içinde değerlendirmeyi, her birinden farklı hazlar almayı, farklı güzelliklerini keşfetmeyi biliyor.
Bad Taste de işte parti gençlerinin eğlencelik filmi olmaktan öte, bu yazdığım sebeplerden ötürü hem çok kötü bir film hem çok iyi bir film. Absürtlükler içindeki bu kült film, içinde çok az filmde bulabileceğimiz bir sinema anlayışına sahip ki(biri de Braindead tabii ki) filmi kendi yapısı içinde değerlendirdiğim vakit, gerçek anlamda önemli bir yapıt buluyorum karşımda. Lord Of The Rings gibi bir şahesere gidecek yolun başlangıcı olmasının ötesinde bağımsız ve umarsız bir beynin hiç bir sinema anlayışını, teknik zımbırtıları kafasına takmadan kotardığı bir eğlence sineması başyapıtıyla karşılaşıyorum.Bu kan, irin, beyin parçacıklarıyla dolu komedi filminde, Peter Jackson'ın kendine dair bişey bulmanın samanlıkta iğne aramak olduğu bu filmde samimi sinema var aslında..
Filmin hafta sonları arkadaş buluşmalarıyla çekildiği ne kadar doğru bilmem ama işte elimize kamera alıp arkadaşlar arasında birbirimizi çektiğimiz görüntülerin, başkalarına anlatılınca zevki kaçan kötü esprilerin samimiyeti var bu filmde: Vıcık vıcık bir samimiyet

23 Kasım 2008 Pazar

Awakenings - Penny Marshall

Awakenings - Penny Marshall




Sinema istediği kadar görsel bir sanat olsun, eğer iyi bir hikayeye sahipsen işin %90ını daha başlamadan bitirdin demektir. Ama gerçekten öyle mi?

Bahsettiğimiz bir ABD filmiyse, Klasik yapıya sahip bir filmse, acı ama evet gerçek bu. Dead Poet's Society'den A Perfect World'e; La Vita E Bella'dan Shine'a sinema adına pek bişey yapılmasın varsın, iyi bir hikaye seyirciyi elde etmenin birinci kuralıdır. Seyirciyi etkilemek üzerine kurulu bir Hollywood sineması da zaten seyirciyi elde etmektedikten sonra önemi yoktur. İyi bir hikayenin yolu da Amerikan rüyası anlatmaktan geçer.

Awakenings'de bir Amerikan rüyası filmi. Yani seyirciyi hikayesiyle daha birinci dakikadan eline alabilecek derecede kuvvetli bir "umut" hikayesi. İstediği kadar aykırı bir film olsun en sisteme uyum manyağı Forrest'dan, en aykırı Tyler Durden'a kadar hollywood karakteri seyirciye umut ettirirse, işte o iyi hikayeyi iyi aktarabilmiş demektir ki istediği kadar sırtını hikayesine dayamış olsun o film iyidir ötesi yok.

Awakenings işte tam da bu yüzden iyi bir film. Çok iyi(kullandığım iyi kelimeleri, seyirci üzerine etkisiyle doğru orantılı bir iyi) hikayesi, iyi bir anlatımla syirciyi daha ilk dakikadan alıyor ve son dakikaya kadar bırakmıyor. Bir saniye sarkmıyor, bir saniye uzatmıyor, bir saniye olsun abartmıyor, bir saniye olsun sömürmüyor. Çünkü hikayenin buna ihtiyacı yok. Oysaki Leonard karakterinin aşırı dozdaki iki kriziyle bile seyirciyi salya sümük yapabilir(kaldı ki seyirciyi inandırmakta bir an olsun zorluk çekmeyecekRobert De Niro oynuyor bu karakteri) Ama Penny Marshall filme böyle sahneler koyarak diğer sahnelerdeki dozajın zarar göreceğinin farkında ve hiç girişmiyor. Çünkü Penny Marshall seyirciyi iyi tanıyor. Filmi ne kadar dozajda tutarsa o kadar samimiyetin yansıyacağını biliyor.

Peki gerçekten samimi mi? Yani kitabın yazarı Oliver Sacks da Penny Marshall da gerçekten bu filmi aktarmakta samimi mi? Üzerinden geçen 18 yılda o kadar Amerikan rüyası filmi gördük ki; o kadar umut aşılandık ki, o kadar çok film umut etmenin, çabalamanın iyi bir şey olduğunu söyledi ki bu konuda kesin bir yargıya varmayı imkansız hale getirdi. """"spoiler: İstediği kadar sonunda istediğimiz gerçekleşmesin; gene de "kaybetsen de umut etmeye devam et" filmlerini de az görmedik""""

İstediği kadar samimiyeti konusunda şüphelerimiz olsun, ABD sinemasının seyirciyi tahlil etmek konusundaki başarısı o kadar yüksek ki, başroldeki iki oyuncunun gücü o kadar yüksek ki, bir süre sonra filmden sinema sanatı beklemek yerine hikaye anlatımına kendini teslim ediyorsun, samimiyetine koşulsuz inanıyorsun.

À ma soeur! - Catherine Breillat


Sinema için cinsellik her zaman iki ucu boklu değnek olmuştur. Ticari sinema içinde cinselliğin kullanımı farklı bir çok yönden değerlendirilebilir belki ama ticaretten çok sanatsallığa önem veren yönetmenler için sorunun tanımı basittir: İstismar ve sansür. Asıl zor olan tarafı, yani çözümüne ise farklı bakış açıları, subjektiflik hakim olmuştur. Hatta öyle ki bu karmaşa bir çok yönetmenin sineması için ana mesele haline gelmiş, Breillat da bu yönetmenlerden en dikkat çekeni haline gelmiştir.
Porno ile sinemanın birbirinden ayrılan noktaları dile getirilirken her zaman pornonun istismar olduğu, insanın cinsel güdüleriyle oynayarak çıkar sağladığı, sinemanın ise özellikle cinsellik ve şiddet konularında istismara kaydıkça sanatsal yönünden koptuğu dile getirilir. Ancak sinemanın bir başka başının büyük belası da : "sansür". Bir sanatın içinde sansürün hiç bir şekilde yer almaması gerektiği, bunun esere hakaret olacağı anlayışı da aynı zamanda oturmuş bir kanı.
John Waters, Roger Deodato gibi yönetmenler için değneğin istismar kısmına yönelmek pek sorun değil, zaten kendileri de bu sanatsal sinema çemberinin dışında kendilerini konumlandırmış, istismarcı sıfatından ise hiç rahatsızlık duymamışlardır. Çemberin içinden kendini bile isteye dışarı atan Pasolini için ise bir sıfat yakıştırmanın gereksizliği gün gibi gözümüze çarpar.
Ancak özellikle son yıllarda Breillat, Reygadas gibi hem çemberin içinde kalıp hem de çemberin istismar ve sansür arasında durduğu noktayı kendine dert edinen bu konuda sınırları zorlamaya çalışan yönetmenlerin varlığı dikkat çekicidir. En gerçekçi olmaya çalışan filmlerde dahi cinselliğin gizli(çoğu zaman farkedilmeden) bir şekilde hem de yönetmenler tarafından sansürlenmesi bu yönetmenleri kendi kültürlerinin de kalıplarının yavaş yavaş kırılmaya başlamasıyla cesaretlendirmiş ve dile getirici eserler ortaya koymaya yöneltmiştir.
Kız Kardeşim(A ma soeur!)de böyle bir film. Ergenliklerini yaşayan biri obez biri de güzeller güzeli(?) iki kız kardeşin cinselliği keşfedişlerini izliyoruz. Ama ne görmemiz gerekiyorsa hepsini görüyoruz. Penisine prezervatif geçirişini kadar her şey açık seçik önümüzde. Ama bir porno film izler gibi değil, bir sinema izler gibi. Çünkü Breillat bize açıklığın porno olmadığını gösteriyor. Bir çok yönetmen gibi cinsel sahneleri karartarak veya etkileyici iki üç kare eşliğinde göstererek yapmıyor. Bir iç çamaşırın bile aslında ne kadar yapmacık olduğunu yüzümüze vurarak yapıyor. Filmin yarısına yakın kısmını güzel kızın ilk cinsel deneyimini yaşadığı zamanlarda geçiriyoruz. Evet kesintisiz bir şekilde görmüyoruz, ama Breillat bunun dozajını iyi tutturuyor sinema anlayışına göre durması gereken noktayı bize gösteriyor. Kendisi için sinema ile istismarın ayrım noktasını.
Bununla birlikte Breillat'ın sinemasının güçlü olduğunu söylemek zor. Tavrı güçlü belki ama sineması çoğu zaman sıradan kalıyor. Kız Kardeşim'de söylemek istediğini çok göze sokarak ve direk söylüyor, tavrının güçlülüğü sayesinde çoğu zaman da vurucu bir hal alıyor belki ama bazı küçük noktalar dışında sıradanlığı bir türlü yenemiyor; ergenlik, ilk cinsel deneyim, kardeşler arası ilişkiler konusunda çoğumuzun rahatlıkla yürütebileceği fikirleri bu güçlü tavır eşliğinde sunmaktan öte gidemiyor, öylece geçip gidiyor. 3 tane gencecik oyuncudan aldığı mükemmel performanslar da bunların yanında bize kar kalıyor.

7 Eylül 2008 Pazar

XXY - Lucía Puenzo

XXY - Lucía Puenzo

imdb

Bir sinema filmi iyi bir hikayeye sahipse ona sırtını dayaması yeterli mi? Bu o filmin "sanat" olmasını sağlar mı yoksa film diye izlediğimiz hikayenin bire görsel olarak okunmasından mı ibarettir?Böyle bıçak sırtı bir hikayenin minimalist dille aktarılması tamam da, sıradanlaşması öykünün ağırlığı altında ezmiyor mu filmi?

Bu sorulara cevap bulmak önemli. Çünkü bir filmi(veya başka herhangi bir şeyi) direkt olarak yargılamadan önce anlamaya çalışmak, asıl olarak da yönetmenin ne yapmaya çalıştığını anlamak önemli. Bu kadar sınırda bir konuyu sadece aktaran bir filmi sinemasal bir şey vermiyor diyip kestirip atmak kuşkusuz gaddarlık olur du ama elindeki güçlü, daha doğrusu etkileyici hikayenin üzerine oturup da bütün filmi geçirdikten sonra hikayeyi övgü bombardımanına tutmak da bardağın azıcık dolu tarafını görmek olur kuşkusuz.

Filmin konusu ismi gibi XXY üzerine. Yani Süper dişilik, yani hermafroditlik, yani çift cinsiyetlik. En açık fikirli toplumlar diye gösterilen toplumlarda bile eşcinsellik daha anormalken; hermafroditlik tam bir kapalı kutu. Hermafrodit kimdir?,Çözümü nedir?, Nasıl yaklaşılmalıdır? gibi sorular hala büyük bir muamma iken herhangi bir tarafa kaymadan, kimseyi incitmeden bu konuda film yapmak, dert anlatmak çok zor. Kuşkusuz anlattıklarının içeriği bir sinema filminden çok daha önemli. Gösterişçi bir dille şovenist bir şekilde, lafının nereye gittiğini bilmeden böyle bir hikayeyi bir sinema şovu olarak izlemektense pek tabi bu halini tercih ederim.

Ama illa sadelik demek sıradanlık demek değildir. Aynı şekilde bıçak sırtı olan bir hikayeyi sade bir biçimde bir "sinema sanatı"na dönüştüren Grbavica, 4 Ay 3 Hafta, 2 gün gibi filmleri daha yeni izlemişken böyle bıçak sırtı bir konunun sinema sanatı içinde yıllar sonra bile anacağımız bir şekilde aktarılması, en azından biraz kafa yorulması gerekmez miydi. Hikaye'yi aktaran oyunculara, bir kaç güzel plana ve göze sokula sokula yerleştirilen bir kaç imgeye kamera tutmak mı yönetmenin doğru bulduğu; yoksa böyle ilgi çekici bir konuyu işlemenin rahatlığına mı sahip bize gösterdiği hiç bir yol yok ya da böylesine ince bir konuda olmaması gerekecek kadar kapalı.

Hikayenin güzelliği kadar senaryolaştırmadaki göze batan noktalar o kadar dikkat çekici ki, bunlar kesin senaryolaştırılırken eklenmiştir demeden de duramıyor insan(Kısa bir öyküden uyarlanmış bir senaryo).  

Ama sinema tarafını bir kenara bırakarak öyle ya da böyle izlenmeli bu film. Çünkü filmde anlatılanlar çevremizde görmediğimiz, görsek de bilmediğimiz, bilsek de kolay kolay anlamadığmız insanlar; ve bu film bizim gibi olmayan insanların olduğunu, o insanların da bizim gibi olmak zorunda olmadığını iyi anlatıyor. Belki de niye sinema yok diye tepinmek yerine bu noktasına bakmak gerekiyor bilemiyorum

7 Ağustos 2008 Perşembe

Paranoid Park - Gus Van Sant

Paranoid Park - Gus Van Sant

imdb

beyazperde

www.paranoidpark.co.uk

ABD sinemasında bugünlerde kendine has bir sinema yapan, bu kendine haslığı bile aşmaya çalışan ender isimlerden biri Gus Van Sant. en Hollywood'a yakın duran, en "kendinin olmayan" filmleri Good Will Hunting ve Finding Forrester'da bile bu böyleydi. To Die For gibi filmleri arasında en çok öykü içeren, öykü akışının en piyasaya yakın olduğu filmi bile kendine özel kılabilmişti. 90ların en kötü filmleri arasında eleştirmenlerin ilk üçten çıkarmadığı Pyscho bile tüm kopyacılığının arkasında aslında bir farklılık taşıyordu. 2000lerdeki üçlemesiyle(Gerry-Elephant-Last Days) tam da kendine has stilinin yerleştiği, ustalaştığı bir durumda Paranoid Park gibi bir filmle farklı sulara açılmak da Gus Van Sant'e yakışırdı ancak.

Elephant ve Last Days karakterlerin içine düştüğü boşluğu kendine dert edinmiş; sebepsiz, amaçsız karakterlerin çırpınışlarını buz gibi bir dille anlatan; seyirciyi de bu buz gibi dünyanın boşluğuna bırakmayı çok iyi beceren filmlerdi. Paranoid Park'da ise karakter yaşadığı buz gibi dünyadan çıkışın yolunu buluyor ve eski dünyasıyla çatışmaya başlıyor. Olaylar geliştikçe de bu çatışmalar farklı boyuta kayıyor. Elephant ve Last Days'in karakterlere dışarıdan bir gözle baktığını tam olarak kabul etmesem de bu sefer gerçek anlamda karakterin kendisi oluveriyoruz, özellikle kronoloji ikinci yarıda oturmaya başladıkça.

Tüm kendine has yapısına rağmen bu filmin Sant'in filmografisinde en yakın durduğu film Elephant. Aynen Elephant'daki gibi modern dünyanın sıkışmışlığından kurtulmaya çalışan bir karakterleyiz. Bu sıkışmışlığı Elephant'da karakterler vahşi bir tepkiyle aşmaya çalışırken Paranoid Park'da Alex kaçmaya çalışıyor. Ama başaramıyor. Vicdani rahatsızlığını aşma mücadelesi içinde gene ilk sığındığı kendi dünyası oluyor. Film boyunca bu vicdani kısılmışlığı aşma çabası içinde Alex'i izliyoruz, hep onunla oluyoruz, hatta o oluyoruz. ""spoiler"" Aştığımız anda da bu birlikteliğimiz son buluyor. Ama film bittikten sonra Alex olmaktan çıktığımızda Alex'in bir kağıda dökerek bu sorumluluğu üzerinden atması, vicdani cezasını çekti mi sorunusunu da beraberimizde geliyor""spoiler bitti""

Sant 2000lerde oluşturduğu tarzında, bu sefer ilk defa bu kadar müzik ve efekt kullanımı birebir etkin kullanılıyor. Kaykaylı sahneler, duş sahnesi, final sahnesi, kaza sahnesi bu müzik ve(ya) efekt kullanımıyla eşsiz sahnelere dönüşmüşler ama gene de Last Days ve Elephant'dan kopup gelmiş gibi duran sevişme sahnesi ve kaykaycı gençlerin koridorda yürüdüğü sahneleri tercih ederim.

Sant'in olgunluk eseri olarak görülmesi ise büyük bir hata, çünkü Sant sinemaya başladığından itibaren geçen 20 yılı aşkın süredir anladık ki hiç bir zaman olgunluk eseri vermeyecek, sürekli değişiklik ve farklılık peşinde bir "teenage". Hem kendi çektiği; hem de Tarnation gibi çekilmesine ön ayak olduğu filmlerde dert edindiklerine bakarak bunu rahatça söyleyebiliriz.

10 Temmuz 2008 Perşembe

Dead Man's Shoes - Shane Meadows

Dead Man's Shoes

imdb

Shane Meadows 2000lerin elle tutulur yönetmenlerinden olduğunu ileride önünün gayet açık olduğunu This Is England'da ayan beyan göstermişken onun adının ilk olarak üst saflarda anılmaya başladığı Dead Man's Shoes'u keşfetmek, izleyenler için de dönüp bir daha bakmak gayet güzel bir deneyim. Zamanında yandaki afişten de kolaylıkla anlaşılacağı üzere bir Hollywood korku filmiymişcesine pazarlanan film normal olarak genel kitleyi pek memnun etmedi ama bir sinemaseveri tavlayacak, dönüp bir daha bakmasını sağlayacak dört başı mamur bir eserle karşılaşmanın öneminin büyük olduğunu da gösterdi. Bugün Shane Meadows adının yerleşmesiyle birlikte evet pek korku-gerilim saflarında yerini bulan bir film değil ama bu filmi korku sineması klişeleri kullanmıyor diye de korku-gerilim sinemasından ayırmak da hata olur çünkü korkutan bir film olmasa da önce korkuyu sonra da gerilimi anlatan bir film Dead Man's Shoes. Bir adamın bir avuç serserinin üzerinde yarattığı gerilim bir süre sonra vicdan muharebesine dönüyor ve yön değiştiriyor fakat gücünü aldığı yer bu gerilim.

Geçmişte yaşanan bir olay ve sorumlularının çok derinlere bastırdığı bir olayı unutmayan biri onlara hatırlatmaya başlıyor. Başta umursanmayan bu adam karşısında bu astığım astık serseriler tutulup kalıyor. Adeta adama dokunamıyorlar ve kendilerinin gideceği talihsiz sona doğru ümitsizce bekleyiş içine giriyorlar. Vicdanları, yıllardır atamadıkları pişmanlıkları onları bir anda zayıf kılıyor. Dokunamıyorlar çünkü daha fazla vicdani rahatsızlık katlanabilecekleri bir şey değil. Cezalandırılmayı bekleyen suçlu gibi sonlarını beklemeye başlıyorlar.

Shane Meadows son yılların yüzü belki de en iyi kullanan yönetmeni. Hem Dead Man's Shoes da hem de This Is England'da kişilerin nefretini, korkularını, acizliklerini, azaplarını yüzler daha doğrusu bakışlar sayesinde o kadar iyi aktarıyor ki kullandığı o kadar etkileyici müzik ve görselliğe rağmen tek odak noktası yüz ve bakışlar olarak kalıyor. Bu karakterlerin Anthony ismini duydukları her anda yüzlerinin ve bakışlarının anlattıklarını aktarabilecek belki de tek sanat olan sinemanın gücünden başka bir şey değil ve Shane Meadows gerçekten sinema yapıyor.

Böyle bir film için de Shane Meadows'un ihtiyacını duyduğu şey elbette iyi oyuncular. Hepsi muhteşem oynayan oyuncular bir yana Paddy Considine oyunculuğuyla, oluşturulmasında birebir yardım ettiği karakteriyle filmden ayrı Jake La Motta, Terry Malloy, Private Pyle vs.'nin yanına yazılacak kadar büyük bir eser ortaya koyuyor adeta.

9 Temmuz 2008 Çarşamba

Ex Drummer - Koen Mortier

EX DRUMMER - Koen Mortier

www.exdrummer.com

http://www.imdb.com/title/tt0812243/

http://beyazperde.mynet.com/film.asp?id=3912&kat=arama

Belçika'dan Yükselen Çığlık

2000ler sineması özellikle son yıllarda sürekli olarak yeni tarz oluşturmanın sıkıntısı içinde bir çok teknolojik deneme içinde kendini tekrarlayadursun; Belçika'dan bir adam çıkıp hiç zorlamadan, gösterişe boğmadan bunu beceriyor, hatta etkilendiği filmlerden bile daha üstün bir iş ortaya koyabiliyor.

Düz bir mantıkla evet Ex Drummer ortaya teknik olarak ortaya yeni bir şey koyduğu yok. Trainspotting, Requiem For A Dream, Fight Club, Snatch gibi birbirinden numune karakterlerin hikayelerini biçimsel bir şovla sunan filmlerden gene bu biçim konusunda sunduğu pek farklı bir şey de yok. Ama bu filmlerde izlediğimiz biçimsel hareketlerin, Ex Drummer'da dogme95 ile birleştiği noktada bambaşka bir şey ortaya çıkıyor, bu absürt hikaye ilginç bir şekilde gerçekçi bir tavır alıyor ve bunu başka bir filmle ifade etmek mümkün değil.

Filmin hikayesi konu sıkıntısı çeken ünlü bir yazarın, bunu aşmak için gençliğinde yaşadığı varoşların içine karışması kısaca. Bunun için her biri birbirinden ilginç ve absürt karakterlerin arasında gezinirken de hikayesini geliştiriyor. ""spoiler""Bir süre sonra da izlediklerimizin gerçekliği ile yazarın kurguladıkları arasında karışıklığa boğuluyoruz ve her bir biçimsel hareket bizi yazarın beynine, bilinçaltına indiriyor. Bu bilinçaltında yazar adeta geçmişinden, o küçük gördüğü punklardan öç alıyor. Onları eziyor, aşşağılıyor, dövüyor, faşizmini boşaltıyor ve yok ediyor.""spoiler bitti""

Tepeden bakıp, vahşetini kustuğu insanlar adeta Belçika'nın üst sınıf bilinçaltını ortaya koyuyor. Funny Games, Cache, Piyanist başta olmak üzere tüm Haneke filmlerinde tamamen gerçekçi bir şekilde yüzümüze vurulan bu ayrımı ve görünmek istenmeyen, bilinçaltına bastırılan nefreti Ex Drummer'da kurgusal bir dünya içinde izliyoruz. 2000lerin sinemasının modası haline gelen seyirciyi rahatsız etme anlayışını uzun zaman sonra gerçekten altının doldurulduğunu ve filmin derdine hizmet ettiğini görüyoruz.

Bu filmi tanımlayacak bir kelime varsa o kelime "sorunlu"dur. Sorunlu bir dünyadaki sorunlu karakterlerin, sorunlu hikayeleri bize anlatılan. Biçimsel kuvveti, post rock-post punk gruplarından oluşan ve enfes sahneler doğuran muhteşem müzikleri, oyunculuk başarıları vs. ise ekstraları. Son yılların en heyecan verici, en dinamik filmlerinden bir Ex Drummer. Her yönüyle "punk" bir film.

6 Temmuz 2008 Pazar

 
Sinema Dedigin... - Wordpress Themes is proudly powered by WordPress and themed by Mukkamu Templates Novo Blogger